Gündem 1 – Son Dakika Gündem Haberleri – Gundem1.com

Türkiye ve Dünyadan Son Dakika Haberleri

Yeryüzü ve Uzay

Güneş Neye Benzer?

GÜNEŞ NEYE BENZER?
Artık güneş sisteminin merkezi olan ve sisteme yaşam sağlayıp onu yöneten güneşin kendisine dönüp bakmamızın zamanı geldi. Ancak, güneşin neye benzediğini sormak, yanıtı çok açık seçik olan bir şeyi sormak demek olur. Hiç değilse herkes güneşin neye benzediğini bilmez mi? Güneş alev alev yanarmış gibi parıldayan bir ışık dairesidir.
Gerçekte güneş o denli çok parıldayan ve alev alev yanan bir ışık dairesidir ki, insanlar gözlerini hasara uğratmadan ona bir, iki saniyeden daha uzun süreyle bakamazlar. Sonuçta, güneşin lam olarak neye benzediğini söylemek pek güçtür.
Güneşin paklaklığı ile onun ışık ve ısı kaynağı olarak açık seçik belirlenen önemi ona hemen her mitolojide kutsal önem verilmesine neden olmuştur. İlk uygarlıkların hepsinde güneş tanrıları vardı. En iyi bilinen Eski Yunan Uygarlığı güneş tanrısının adı Helios olmasına karşın, daha sonraki efsanelerde her gün alevler içinde parıldayan savaş arabasını kullanan tanrının Apollo olduğu öngörülmüştür.
Tarihteki ilk tektanrıcı yönetici olarak tanıdığımız kişi, İÖ 1379 yılında tahta çıkan ve güneş’in (ya da o zamanki adıyla Aton) tek tanrı sayıldığı dini kuran Mısır firavunu IV. Amenhotep’tir. Bu firavun güneşin onuruna kendi adını da Akhenaton olarak değiştirmiş ama kurduğu din onun ölümünden sonra ayakta kalamamıştır.
Elbette ki, Hıristiyanlık güneşe tanrısal bir onur tanımamış ancak bu dinde de güneş bir gökcisminden daha çok Tanrı’nın kusursuzluğunun simgesi sayılmıştır.
Arasıra güneşe doğrudan doğruya bakmak mümkün olur. Kimi zaman güneş puslu havanın arkasında kalır ve ona bakılabilir. Çoğu zaman da akşamları balarken tozlu hava tabakalarının
ardında kalan güneş, ona doğrudan doğruya bakılacak kadar donuklaşır.
Böyle zamanlarda bazen güneşin parıldayan yüzeyinde koyu renkte lekeler görünebilir. Çinli gökbilimciler bu lekeleri dikkatle inceleyip gördüklerini kayıt etmişlerdir. Kuşkusuz Avrupalılar da bunları görmüş olmalılar. Ancak onlar, lekelerden söz etmediler. Güneşin birtakım lekelerle şeklinin bozulması kişilere onu sembolize eden Tanrı’ya yapılacak bir hakaretmiş gibi geliyordu. Bu yüzden lekelerin görüş hatası olduğuna inanmak daha kolaydı.
1610 yılının sonunda Galileo teleskobuyla güneşte lekeler görmenin bir hata olmadığını ve kesinlikle güneşte lekeler bulunduğunu saptadı. Dahası, bu lekeler düzenli olarak ve ağır ağır güneşin yüzeyinde deviniyorlardı. Bu da, güneşin her yirmi yedi küsur günde kendi ekseni çevresinde bir dönüş yaptığım göstermekteydi. Kuşkusuz bu bulgu o günün kamuoyunda öfke yarattı. Dini liderler güneşin lekeli oluşunu söylemenin kutsal sayılan şeylere saygısızlık olacağım ileri sürdüler. Ancak, gerçek gerçekti. Ve Galileo sonunda haklı çıkmış ama bu arada pek çok düşman kazanmıştı.
Gerçekte güneşteki lekeler kara renkli değildir. Yalnızca güneşin geri kalan yüzeyine göre daha koyu renkte görünürler. Arada bir Venüs ya da Mars gezegenleri, yeryüzü ile güneş arasına gelir ve güneşin yüzeyinin önünden ağır ağır geçerler. (Bu olaya transit denilir.) Böyle olunca, gezegenler güneşin önünde aşırı derecede koyu, karanlık nesneler olarak görünür. Ve bu gezegenler güneş lekelerine doğru yaklaşırlarsa, lekeler güneşten daha donuk oldukları halde, kara renkli gezegenlerden gene de çok daha parlak oldukları anlaşılır.
1825 yılında Alman amatör gökbilimcisi Samuel Heinrch Schvvabe (1789-1875) güneşi ve güneş lekelerini incelemeye başladı. Schwabe güneşin oluşturacağı körlükten sakınmak üzere gerekli önlemleri alarak on yedi yılını güneşe bakarak geçirdi. Ve birçok lekenin on yıllık çevrimler şeklinde artıp eksilir gibi göründüklerini saptadı. (Daha sonra başka gökbilimciler tarafından sürdürülen benzeri incelemeler bu çevrimin daha büyük olasılıkla on bir yılda bir kez yinelendiğini gösterdi.) Bu incelemelere, evrendeki yıldızlar ile diğer gök cisimlerinin fiziksel ve kimyasal yapılarım inceleyen bilim
dalı olan astrofizik ’in başlangıcı olarak bakabiliriz. Güneş lekeleri çevrimi’ran nedeni bugün bile bilinmemektedir.
Güneş lekeleri yoğunluğunun artış ve eksilişi yeryüzü açısından önemliymiş gibi görünüyordu. Çünkü, 1852 yılında İngiliz fizikçisi Edward Sabine (1788-1883) dünyanın manyetik alan yoğunluğunun artış ve eksilişinin güneş lekeleri çevrimine uyduğunu ileri sürdü. Bu gözlem sonuçta güneş lekelerinin yeryüzünün manyetik alanıyla ilgili olduğunu ortaya koyuyordu. 1908 yılında Amerikalı gökbilimci George Ellery Hale (1868- 1938) güçlü manyetik alamn güneş lekeleriyle ilgili olduğunu saptadı. Aslında bu bulgu güneş lekeleri çevriminin yirmi iki yıl olduğunu ve her birini izleyen (ardıl) on bir yıllık dönemde manyetik alanın tersine dönmekte olduğunu da ortaya çıkarıyordu.
1893 yılında Edward Maunder (Merihlilerin açtıkları kanallardan kuşkulanan İngiliz gökbilimcisi), daha önceki güneş lekelerine ilişkin kayıtları inceledi ve şaşkınlıklar içinde kalarak 1645 ile 1715 yılları arasında güneş lekelerine ilişkin hiçbir kaydın tutulmamış olduğunu gördü. Bu buluşunu açıkladığında kimse kendisini ciddiye almadı. Çünkü, o sıralarda ilk kayıtların güvenilir olmadığı düşünülüyordu.
Oysa ki, 1970 yılında Amerikalı gökbilimci Johan E.Eddy,
gökbilimci Maunder’in bu konudaki raporunu ele alıp sonuçları denetledi. Yalnızca teleskopla yapılan gözlemleri değil, daha önce çıplak gözle Çinliler ve başkaları tarafından yapılan gözlemlerin souçlarına da baktı. Sonuçta çevrimsel olarak Maunder miniması denilen dönemde lekelerin en az olduğu zamanın yaşandığını ve gökbilimci Maunder’in bu dönemlerden sonuncusunu saptamış olduğunu buldu. Şu anda Maunder miniması denilen olayın nedenleri de bilinmemektedir